20060129

maria de monza

one
“Kütüphanelerden fazla bir şey beklemek haksızlık olur. Susup susup yazarları çoktan ölmüş kitaplara bakmalısınız. Okurmuş gibi yapmalısınız ya da en azından yaşlı bir amcaya fotokopilerini çektirmelisiniz. Ölmüş yazarların lanetlerinden ancak böyle korunabilirsiniz çünkü. Sanırım benim canımı en fazla acıtan da Maria De Monza oldu. Biliyorum ki o kadın o uzun romanı uyumadan önceleri okumam için yazdı. Aslında bana o kadar kızmaya hakkı yok, eğer tüm bu olanlar kitabı içindeki faili meçhul bir yazının peşinden gittim, kahramanlarını en heyecanlı sayfalarda yalnız bıraktım diyeyse üzgünüm, gerçekten üzgünüm. Beni anlayacaktır.

Siyah uzun saçları vardı. ölebilirdim. O gün masanın başında sadece saçlarına bakarken ölebilirdim. (Lakin hayat böyle ağır yenilgilerin tadını çıkartır) Bir sürü tokası vardı, bense fazla bir şey istemedim. Saçlarına dokunup birkaçını çıkarsam bana yetecekti. Derken elindeki sigara paketiyle yerinden kalkıp merdivenlere doğru yürümeye başladı. Şimdi ondan bahsetmemi, yüzünü anlatmamı, güzelliğini duymak istiyor olmalısınız oysa ben o vakte kadar hiçbir şey çalmamıştım. Kazayla unutulmuş bit tokayı etrafa iyice bakarak (marketten sakız çalan çocuklara benzer / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 19) cebime attım. Geri döndüğünde bir müddet aradı hatta çantasına bile baktı ama nafile.

Çocukken çok neşeli bir arkadaşım vardı. Şimdi ismini hatırlamıyorum, hatırlasam bile sizin işinize yaramayacak. Çocukların yalanlar üstüne garip ittifakları olur. Oyunlar oynarsın, misketler el değiştirir, bisiklete binersin ama biz fazlasını yapmıştık. Lucio (sonra durup birden ismini hatırlarsın... / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 71) konuşmamaya başladı ama sadece annelerine karşı. Bizim yanımıza gelip o gün doktora gittiklerini, adamın kendisine tek bir cümle söyletmek için bir saat uğraştığını anlatırdı. Eve döndüğünde yeniden susmaya devam ederdi. Bunu neden yapardı, niye hiç birimiz gidip annelerimize söylememiştik bilmiyorum. Zavallı annesi en sonunda öğrenmişti, kim bilir kadıncağız ne kadar üzülmüştür fakat o sadece bir oyundu, dedim ya çocuktuk.

Venediklilerin meşhur bir sözü şöyle der: “ suyu izleyemezsin, su seni istediği yere götürür.”. Karşı masada oturuyordu. Matematikle alakalı bir şeyler çalışıyor olmalıydı ki o kadar karalama kağıdı gerçekten bir işe yarasın. Kurşun kalem kullanıyordu, çantasının rengi sarıydı, çayı kahveye tercih ettiğini de söyleyebilirim. (Hayat size kaçmak için son bir şans verir, lakin siz bazen maceralı yolu denemek istersiniz, siyah beyaz bir sinema filminde kahraman olmadığınızı anladığınız da ise artık çok geçtir. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 113) elinde bir kağıtla yerinden kalktı, yine sigara içmeye gideceğini düşündüm, gitmedi. Rafların arasında gezinmeye başladı. ona bakıyordum, birkaç kitap karıştırdı. Sonra bir tanesini çekip içine kağıdı koydu.

Maria de Monza o kağıtta yazılanları okusaydı, edebiyata merak salmış genç bir bayan görecekti. Öylesine yazılmış satırlardı. Bayanın mutlu mesut nefes almalarından karalama kağıtlarına düşmüş küçük bir pay. Kimin bulacağı matematiksel olasılıklara kalmış ve hiç farketmeden bir sonrakini bekleyeceğiniz beyazları azalmış bir sayfa. Tüm kelimelerin teker teker yalan olabileceği aklınızın ucuna gelmiş ama öyle bir gitsin istemişsiniz ki bildiğiniz en güzel doğrular hiçbir şey yapamamış.

Sonra bir ertesi gün, sonra bir tanesi daha. Gelmedi. (eğer bir şeyi fazla beklemeye başlarsanız, uçurtmaları hatırlayın, oysa ne desem anlamayacaksınız. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 179) aynı masadaydım, elinde kocaman kitaplarla köşeden görünmesi için sonu aniden kesilen şarkılar dinleyebilirdim, sigaraları bitmeden söndürebilirdim, yağmuru bile sevebilirdim. Gelmedi.

Sonra siyah bir zamanda öleceğini sandım.

Oysa artık çalınmış tokayla tutturulmuş bir sürü kağıdım var.”

two
“ matematik sihirlidir, bense üç dört beş üçgenlerinde acı çeken pisagordan fazlası değilim ve hayatım ne üç olacak kadar çocuksu ne de beşe varacak kadar güzel. sadece iki tane iki ne yaparsa yapsın dört olduğundan yaşıyorum, hepsi bu.

Aslında o kadar kötü değil, biliyorum ki Maria de Monza bu satırları okusaydı hakkımda ümitsiz düşüncelere kapılırdı sonra da kahramanları bana yaşama sevinci aşılayacak sözleri paragraf sonlarında sarf ederdi. ( .. ama kahramanlara güvenemezsin, kaybedecek bir şeyi olmayan kimseye güvenemezsin. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 180)

Kütüphanenin karanlığa yakın havasında küçük bir oyun bulduğumda masumdum. Aynı kitabın sessiz sayfalarına öylesine satırlar yazdığımda da. Bir gün merakla alınmış bir kitabın içinde öylesine biri başka bir hayata ait cümleler, gizli saklı ayrıntılar bulacaktı, birkaç defa okuyup anlam vermeye çalışacaktı, eline bir şey geçmeyeceğini anladığında kaldığı sayfadan Maria de Monza onu kandırmaya devam edecekti, en fazla kaldığı sayfayı unutmamak için kullandığı bir kağıdı yazmış olacaktım, fazlası değil.

Çok bulutlu yani maviliği saklayacak kadar bulutlu zamanlarda yapabildiğim en güzel şey susmak. Kimseyle noktalama işaretlerine gerek duymadan susmak. Bazen anlatacaklarımın manası olmadığını biliyorum, türev ve integralın zaferleriyle dolu karalama kağıtlarında herhalde yapabileceğimin en iyisi şehrin nüfus sayımlarında artı bir olup sessiz kitapların arasında durmak.

Karşı masada oturan genç adamın yazdığım kara sayfaların ateşli takipçisi olduğunu farkettiğimde yanlış tahmin etmiyorsam dört kağıt olmuştu. Muhtemelen kitabın arasına koyarken beni izlemiş, ne yaptığımı anlamak için sayfaları karıştırmış ve mutlu sona ulaşmıştır. Maria de Monza’yı evine götürmeyip sadece kağıtları almakla yetinseydi, kitabın geçici sahipleri sırasına ismini iki kere art arda yazdırmasaydı hayranımı daha yakından tanıyamayacaktım. (bir cinayetin en önemli ipucu kültablasındaki sigaralardır, lakin kimse kibriti suçlayamaz. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 195) uzun boyluydu, yüzünde sakin bir ifade vardı, sanki bir yerlerden tanıyordum ama merhabamız gizli kalmalıydı.

Masumdum, yalnızca yanıma gelip suçunu itiraf etmesini istiyordum. Kaçak bakışların bir adım ötesine geçip, küçük oyunun kağıtlardan sonra gelen sonunu bulacaktı. Madem okumayı çok seviyordu, dizinin ilerleyen kısımlarında intihara doğru sürüklenen genç bir kızın kimse duymasın diye kitaplara saklanmış son satırlarını da okuyacaktı. Maalesef intiharı hiç düşünmedim, o ise az zamanım kaldığını her saate baktığında hatırladı. Ben istemesem bana gelmeyeceğinin kütüphanenin tüm memurları ile farkındaydık. “




three
öyle sakin bir pazartesi öğlesiydi ki uzaktan mayıs zannederdiniz. Kız sigara içmek için kütüphanenin kapısından çıktığında peşinden genç adamın geldiğini camın ayna taklidi yapmasından anladı.

- tokanı ben çaldım yani kaybetmedin.
- Biliyorum.
(aitlikler er geç yerini bulacaktır, kaybetmeyi hiç bu kadar istemeseniz bile. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 237)
- Yazılarını toplayan bendim.
- Biliyorum.
(verilmiş her cevapta soru işaretleri yerini noktaya bırakırken paragraflar susar, uzun cümlelere saklanan sessizlikler mevsim değiştirir, yanıtı merak edenler için en güzeli ama en güzeli yanmış sigaralara inanmak olmalı. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 259)
- ölmeyeceksin değil mi?
(bazen susmak, kayıp mayıs aylarında sakince sorulmuş soruları yanınıza alıp susmak istersiniz..)

genç adam kızın yüzüne kısa bir an baktı. (Hepsi bu.. . / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 283)

sessiz

Onu kasabadaki herkes tanırdı. Köşeleri tutmuş tüm marketler, akşamüstleri evlerinin kapılarında dedikodu yapan kadınlar, işten dönen amcalar, serseriliği bulmaya çalışan gençler, herkes.

Yardımsever değildi, şimdiye kadar kimse bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçirdiğini görmemiştir mesela, babasının da öyle çok parası yoktu, deli bir kanı olduğunu da sanmıyorum kas mücadelelerinde. Fazla konuşmazdı, neşeliydi ama neşesini sadece hep gülümser duran yüzünden biliyorduk. Çok yakışıklı değildi belki çirkin bile sayılabilir, peşinde dönüp dolanan kızlar da yoktu.

- bu o mu?

Şehre yeni gelmiş her kimse onunla bir gün caddenin ortasında böyle tanışacaktı. Korkuyormuyduk, yanımıza gelip bir şey mi istediniz diye sorsa kaçacak mıydık, bilmiyorum. Çocuklar onu görünce sebebini kendileri bile anlamasa da böyle yapıyordu ama biz kocaman insanlardık, tanrının unutulup gitsin diye bilerek not düştüğü bir şeyi, biraz abartıp fazla kere tükenmez kalemini kullansa da, uzatmanın manası yoktu.

- merhaba ismim Lucio

Garip bir sessizliğin zincirleme isim tamlamalarında alacağı en güzel ek bu konuşmanın içindeydi. Susmakla mamak arasında bir yerde takılı kalıp tercihinizi ikinci şıktan yana kullanmaya karar vermeliydiniz.

- merhaba ben de Marta
- kasabaya yeni geldiniz herhalde, sizi ilk defa görüyorum. Fio sizden bahsetmişti.
- Evet, bir hafta oldu.
- Görüşmek üzere.

Yeni bir yere taşınmak her zaman güzeldir. Sokaklara alışmaya çalışırsınız, evinize en kısa yolu belirleyene kadar hep farklı yollardan gidersiniz. Ben yanılmam diye düşündüğünüz bütün önyargılar teker teker yan yola sapar, ılırsınız. Çekmecelerin yerlerini şaşırırsınız, gecenin bir vakti hangi kapının gıcırdayacağını bilemezsiniz. Size Lucio’dan bahsederler, yedi kere intihara teşebbüs ettiğinden, altısının hastanede sona erdiğinden. Şaşırmanızı beklerler, Lucio gibi hafifçe gülümsersiniz, olur biter.

Günler Montalcino’nun içinden ilk baharı bekleyerek geçiyordu. Roma’yı en fazla bu yüzden özlüyordum. Sanki hep bahar gibiydi, araya kışların girmediğini söyleyemem ama bilirdik ki bir gün yine yeşiller giyineceğiz. Hikayeyi ben anlattığıma ve size Lucio’dan bu kadar bahsettiğime göre bir son bekliyorsunuz, edebiyat öğretmenim gibi. Zavallı Miss Mezina kırk puanlık kompozisyon sorularının hepsinde, son paragrafı işaretleyip sonuç olmamış deyip beş puanı cebine atardı oysa ben hiçbir zaman güzel sonlar yazamadım. Neyse ki sizden tam puan almaya niyetliyim.

İşten eve geri dönerken Lucio’ya otobüs durağında rastladım. Bazen rastlantıların olasılık problemleri olmamasını istersiniz, kendime söylemesem bile onun orada sadece beni görmek için beklediğini düşündüm, ne zaman geleceğimi bilmeden ya da sadece bir merhabanın fazlasını alacağından şüpheli.

- tekrar merhaba.
- Merhaba Lucio

Yerel gazetelerde birinci sayfadan verilmiş ve bir dahaki seferi sessizce beklenen ölüme bu kadar yakın bir adamın yanında benim ne işim olabilir ki? Belki iş olarak şu an pek kalabalık olmayan bir kafede çay içiyorumdur, belki nedenlerini merak etmeden sadece anlatmak istediklerini dinliyorumdur. Aslında neden, polisin kapıyı kırarak içeri girdiğini hatırladığım gece olabilir, son olsun diye yazılmış mektubu aileme verdiklerinde gittiğim psikoloğun şehir değişikliği tavsiyesi de. Roma’yı hala özlediğimi ise Lucio’ya anlattım.

Lucio’yu herkes tanır, küçük bir kasabada aynı herkes aynı her şeyi hemen duyacaktır. Mesela bana Lucio ile ne yaptığımı sorduklarında Lucio’nun söylememi istediği yanıtı, yeni bir intihar planı yaptığımızı söylüyorum. Sadece bu sebepten beni çok seven canım komşularım artık gördüklerinde soğuk bir iyi günler ile yetiniyorlar. Eğer bu kasaba beni bir kere daha yanıltmazsa yerel gazetenin en büyük haber dizisi Lucio’ya neler oluyor’u benimle yapılmış bir röportajla devam ettirmesini bekliyorum.

Size Lucio’nun intihar sebeplerinden bahsetmeyeceğim. Basit ipuçları verebilirim ama o iplerle kendi söküklerinize dahi çare bulamazsınız. Çünkü siz hiç ölümü düşünmediniz, resminizin bir kenarına yitip gitmiş bir hatıra olmayı hiç kondurmadınız. Güzel de bir bahane bulduğunuzu biliyorum, ancak zayıf insanlar hayat karşısında geri çekilip tek başlarına ölmek isterler. Unutmayın ne kadar uzun olursa olsun her cümlenin sonunda bir nokta var.

Başlarda garip bir aşkın içine düştüğümü zannettim. Her gün otobüs durağında beni beklediğini biliyordum, saatlerce konuşuyorduk, saatlerce konuşurken bazen onu dinlemediğimi sadece yüzüne baktığımı biliyordum. Sabahları eksikliği ile uyandığımı anladığım zaman, ki çalar saatlere kızgınlığım sadece bu yüzdendir, vazgeçtim. Sakın vaz ile geçmenin yan yana, birkaç cümle öncesinin güzide kelimesi aşkta olmayacağını söylemeyin, siz daha basit ipuçlarını bile anlayamıyorsunuz.

Lucio onu sevemeyeceğimi biliyordu, hiçbir zaman da beklemedi zaten. Sessizliğe bu kadar çok alışmış bir adam, onca konuşmuşsa bu ancak biraz daha nefes almak için umudunu kaybettiğinde olur. Ona umut verecek kadar temiz bir sicilim yoktu, karamsar konuşmalarda siyah kelimelerin birbirimiz için altını çiziyorduk ve tekildik, çoğul eklerine ihtiyacımız vardı ama cümlelerimiz kısa.

Gitmek bir zaman sonra sessizliğin en çok sevdiği cümle oldu. Tren garındaki kocaman saatte Montalcino’ya veda ediyordum. Lucio’ya güle güle dedim. Kendisine çok iyi bakmasını tembihlerken gülümsedik, aynaları bunun için yapmışlar. Sonra düdük sesi duyuldu, son uyarıları dikkate almalısınız. Roma tam baharken geri dönüyordum oysa o şehirde hep bahar olduğunu düşünmeyi sevdiğimi fark ettim, baharın mayıslı halini değil. Ağlamadım.

Sonuç kısmında hala ısrarcı olanlar hayatta hiçbir zaman başarılı olamayacaklar.

- merhaba gazeteyi getirdim.
- teşekkür ederim, masanın üzerine bırakabilirsin.
- bir şey sorabilir miyim?
- tabii ki..
- bu yerel gazetede bir şey mi var, tüm Roma’da bir tek siz abonesiniz.


Lucio sessiz kalmamı isteyecekti.

harika

Harika bir baharın en orta yerinde duruyorlardı, farketmeden. Aynı baharın insanı sıkmayan ama her an yaz olacakmış gibi duran öğle vakitlerinde ve tüm caponların “day dreaming” diye tabir ettikleri gündüz hayal kurmalarının öylesine yalanlarında ilk kez birbirlerini gördüler. Oysa ilk görüşte aşk, gazetelerin altıncı sayfalarındaki kadın yazarlar için sevgili okurlarının gönül maceralarına cevap yazmakta zorlandıkları ender konulardan biridir. Lakin İsviçreli bilim adamları aynı gazetelerin son sayfalarında “aranılan hormon bulundu” diye sevinçli başlıklar altında bunu anlatırlar, neyse ki bu bizim konumuz değil.

Çocukluğunda mathilda’yı uyandırmak o kadar zordu ki kendisinden dört yaş büyük abisi büyükbabaları geldiğinde kahvaltıya yetişebilmesi için ancak suyu kullanarak bunu başarabilirdi. Mathilda bir müddet etrafına şaşkın gözlerle bakınır, hala uykuda olup olmadığını iyice kontrol ettikten sonra ancak yataktan çıkardı. Yataktan çıkıp hızla ilerlediği hayat pek de güzel değildi o zamanlar, on altını yeni bitirdiğin dakikalarda herşey daha bir zor gözükür zaten.

Louis ise ailesinin göz bebeği, komşularının örnek göstereceği kadar ağırbaşlı, derslerinin hepsi pek pek iyi biricik bir gençti, yıllardan 1972 (bugün hangi yıl diye sormayın.) arkadaşlarının bir kısmı sürekli bir şeyler düşündüğünü, bir kısmı ise gerçek bir geri zekalı olduğundan böyle sessiz sakin durduğunu zannederdi. Zannetmek Louis’in yeniliklere pek de açık olmayan sözlüğünde önemsiz bir kelimeydi, zannedersem kendisi böyle şeyleri pek takmazdı.

O gün ikisi için ne kadar neşeli idi yoksa duvara bir çentik daha atmak için geceyi bekleyen sıradan bir yirmi altı saat diliminden mi ibaretti, hatırlamıyorum. Ek bir not vermek gerekirse, ilk paragraftakine benzeyen garip bir sıcak vardı, ikisi de işten erken çıkmışlardı, ikisinin de yüzünde nedensiz bir asıklık asılı kalmıştı. Bir kaldırımın karşı karşıya gelen iki yabancısıydılar, birbirlerinin yanından bunu bilerek geçtiler, yalnızca birkaç saniye için gözleri birbirine değdi, hepsi bu. Louis hayal gördüğünü sandı, Mathilda arkasına bakınca yolunda yürüyen ciddi bir adamı gördü. Merak etmeyin, bu hikayede inanılmaz bir tanışma sahnesinin kahramanlarına maalesef rastlamayacağız.

Mathilda eve gelince anahtarlarını girişteki gardırobun böyle günübirlik ödünçler için özenle hazırlanmış kısmına bıraktı. Kahve yapmak için mutfağın yolunu tuttu: bulaşıklar; caponlar kendi kendine duş almayı becerebilen eşyalar yapmalılar. Televizyondaki birkaç kanalda gezindi, çok sevdiği eski bir filmin en iyi konuşmalarına ait on dokuz dakikalık kısmını izledi, uyuyakaldı.

Louis ise hemen eve dönmek yerine uzun zamandır görmediği lise arkadaşının yanına uğradı, lise arkadaşı Louis için hep iyi şeyler düşünmüştü diğerlerinin aksine. Yemek yediler, Louis yorgun olduğunu söyleyerek iki değişik sokaktan ulaşabildiği evinin kapısını bu seferlik balkonuna manolya ekmiş, camdan hiç ayrılmayan teyzenin olduğu seçenekten giderek buldu. Kıyafetlerini dağınık gardırobun içine atarak birkaç dakikalığına yatağa uzandı, uyuyakaldı.

Freud, rüyaların bilinçaltımıza uzanan derin köprüler olduğunu söyler. Aynı Freud aslında hepimizin anne ve babalarımızın hastası olduğunu da belirtir ama pek ihtimal vermeyiz. Çoğumuz uyandığımızda rüyalarımızı hatırlamayız, maceradan maceraya koşmuş olsak da, hiç gitmediğimiz uzak bir ülkenin haritalarını karıştırmışsak bile sonuç değişmez. Çoğumuz Louis ve Mathilda değiliz ve Freud psikanaliz kitaplarını ölü olduğu için okuyamıyor.

Louis Mathilda’yı yeniden gördüğünde ilk karşılaşmalarının üzerinden yaklaşık 3 saat on dört dakika geçmişti. Denize bakan ve caponların sahil dediği bir kıyı şeridinde bütün gününü harcayan bir bankta oturuyordu. Mathilda usulca yanına oturdu.

- tanışıyor muyuz?
- Bilmem, hatırlayamadım.

Oysa Mathilda’ya bugünlerde mutlu mu yoksa mutsuz mu olduğunu sorsa birkaç saniye düşünerek garip bir belirsizlik içerisinde ikisi de değil diye cevap verecekti. Belirsizliğin belirli nedenleri vardır aslında ve insanoğulları belirleyerek canlarını sıkmak istemezler. Mateo yüzünden olabilirdi, yalnızlıktan sıkılan Mathilda kendisi ile uzunca bir müddettir ilgilenen Mateo’nun ısrarcı tutumuna dayanamamış ve şimdiki gençlerin çıkmak diye tabir ettikleri basit bir ilişkinin güzel bir paragrafına konu olmuştu. Gençler haklıydı, çıkıyorlardı, sinemaya, tiyatroya, konserlere gidiyor, çıkmadıkları zamanlarda evde birlikte film izliyorlardı. Lakin aşk birlikte izlenen filmlerde bize mucizevi şekillerde sunulan bir şeydi ve ikisinin arasında ikisi de bilse de böyle kahramansal bir ilişki yoktu. Gençlerin bilmediği şey, aşkın çıkmak yerine içimizde bir yerlerde öylece oturan mantıksız bir şey olması.

- ne yapalım, denize girelim mi?

Louis denize atladı, Mathilda onu takip etti. Etraftaki kimseler birden yok oldular, rüyaların en güzel yanı da buydu, istiyordunuz ve sihirli cadılar misali istedikleriniz hemen oluveriyordu. Yüzmeye başladılar, Mathilda kendisinin balık olduğunu düşündü, Louis ona yetişmek için hızlandı. Yüzmekten vazgeçtiklerinde kendilerini uzak bir adada buldular.

İnsanlar rüyalarında pek konuşmazlar, konuştukları vakitse ya kısa cümleler kurarlar ya da bir şey isterler. Mathilda hayatının pek kimsenin girmesine izin vermediği mahallelerini uzun kelimelerle anlatmaya başladığında Louis aslında pek çok şeyi bir yerlerden bildiğini fark etti. Mathilda okuduğu kitaplardaki kadınlara benziyordu, benzemeliydi zaten, madem bir rüyanın ortasındaydılar ve Louis kaldırımdaki bayanı uykusunun içinde yeniden hatırlamıştı, o halde ona muhteşem özellikler vermekte serbestti, öyle olup olmamak artık Mathilda’nın sorunuydu. Aşk hangi iklimde olursa olsun iyi söylenmiş bir yalana inanmaktan başka bir şey değildir.

Louis ısrarla çalan kapıyı açmak için uyandığında, Mathilda üşüdüğünü fark ederek ne kadar süredir uyuduğunu anlamak için saati aramaya başladı. Gelen Isabel idi, okulda görmesi gereken bir hoca vardı, anahtarını unutmuş olmasa zil bu kadar gürültü yapmayacaktı. Isabel etrafa boş gözlerle bakan sevgilisine küçücük öptü:

- bakıyorum uyumuşuz.

Mathilda telefondaki arkadaşının basit sorusuna cevap verdi.

- evet, uyuyakalmışım, ondan böyle geliyor sesim.

Uyandığımızda rüyalarımızı hatırlayabilmek için yaklaşık 4 dakikamız vardır, o 5 dakika sonrasında gördüğünüzü düşündüğünüz şeylerin bir kısmı aslında gözlerinizin kapalı olduğu kısımdan ziyade uyku sersemliğinizin uydurması haline gelir. 6. dakikada nefes alışverişleriniz normale döner, sekiz dakika içinde eğer normal şartlarda iseniz hayat devam eder, yalnızca kaç saat uyuduğunuzu hesaplayabilirsiniz. Bu bilgiler yalnızca aynı rüyayı, yeri, kişiyi ikinci kere gördüğünüz zaman geçerliliğini yitirir.

Mathilda Mateo’ya rüyasından bahsetmenin doğru olmayacağını düşündüğü sırada, Louis kendisine bir şeyler anlatan sevgilisini dinliyorken aklından Mathilda geçiyordu.

- beni dinlemiyor musun Mathilda?

Louis yakalandığını anlayarak durumu kurtarmaya çalıştı:

- dinliyorum ama aklıma işle alakalı bir şey takıldı.

Mathilda yalnızca yolunda yürüyen sıradan bir adamı neden rüyasında gördüğünü bilmiyordu. Yolunda yürümeyen hayatına kendisine söylemeden bir kurtarıcı ararken gerekli süpermenin işi aynı caddeye mi düşmüştü, matematiğin büyülü olasılıkları birbirleri için ancak bu kadarına mı izin vermişti, soru işareti. Louis, Mathilda’nın anlattıklarını iyice hatırlamaya çalıştı, ne demişti, “bazen herşeyden o kadar çok sıkılıyorum ki”. Ki bu cümle bazen aklına geldiğinde; tam bir toplantıya girerken, uyumadan biraz önce, ayakkabılarını bağlarken Louis noktalı bir virgül olmak isteyecekti.

- uyumayacak mısın Mathilda?

Louis elindeki kitabın son yirmi sayfasına bakarak:

- şunu bitireyim öyle yatacağım.

Aztekliler dünyadaki herkesin bir çift olarak yaratıldığına inanırlarmış, yeryüzünde karşılaşmasalar bile öldüklerinde birbirlerini bulacaklarına, ancak o zaman kişinin bir şeyleri gerçekten bilebileceğini düşünürlermiş. İsviçreli bilim adamları ise yaptıkları deneylerde azteklilerin yalancı olduklarına kanaat getirmişler, ölmüş gitmiş zaten aztekliler, bir daha da kimse haber alamamış.

- olmuyor Mateo, denedim ama olmuyor.

Isabel gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine bırakırken:

- biliyorum, senin cümlelerinde geçen ben değilim.