20071030

melekler

Refik amca, bahçede asma ağacının altında otururken eskimiş merdivenlerden aşağıya indiğimde yüzünde çok da mutlu olmayan bir ifadeyle yerinden kalktı, sigarasını söndürdü, ilk karşılaşmamız için ilk sözlerini hazırladı. Bir altmışı geçmeyen boyu, hatırladığım resimlerine benzemeyen hatları ile karşımda dururken, karşısında duran genç adama içinde bulunduğumuz durumdan alakasız sorular soracak gibiydi; mutlu musun, en son ne zaman pişman oldun birşey için.. “ hoşgeldin” dedi, “umarım kolay bulmuşsundur burayı”.

Anadolu yakasında yedi sekiz aylığına kalacak bir yere ihtiyacım olduğunu duyunca teyzemin aklına Refik’in köşküne misafir edebileceği birilerini aradığı gelmişti, pansiyoner değil, kiralık oda değil, misafir edecekti Refik amca, ne olursa olsun kibarlığından ve unutulmaya yüz tutmuş istanbul beyefendiliğinden ödün vermeden böyle nitelendirecekti bu işi. Teyzemin Refik’i, bir zamanların ünlü yönetmeni Refik Yılmaz idi. Eski bir aile dostumuzdan duymuştu misafir ihtiyacını teyzem, “tek başına kalıyor o koca köşkte, biliyorsun” demişti kadın. Aslında teyzem ile Refik’in birkaç defa da konuşmuşlukları da vardı, Refik amca bir yılbaşı buluşmasında teyzem ile belli belirsiz tanıştırılmalarını unutmayıp “güzel gülümserdi senin teyzen” diyecekti bana çok sonra, “bir filmde gel oyna demiştim, aldırmamıştı”.

Bu az konuşan, başlarda huysuz olmasından korktuğum ihtiyarın hayatımın orta yerine girmesi uzun zaman almayacaktı. O koca köşkün bana cüzzi bir rakam karşısında tahsis edilen iki odasından birine kitaplarım ve eşyalarımı yerleştirecek, diğerine ise bozulmaya yüz tutmuş pikapımla yatağımı koyacaktım, giysilerim ise iki oda arasında gelgit yaşayacaktı. Kapıların sağa değil sola doğru açılmasına, her sabah masada bulacağım bir bardak süte şaşıracak ama içmeden yapamayacak, ilk geldiğim günkü gibi Refik amcayı her akşamüstü o masada otururken görmeye kolayca alışacaktım.

Birkaç ay sonra geç geldiğim bir akşam Refik amcayı hala nasıl çalıştığını anlayamadığım eski videosunda film izlerken buldum. “otursana” diyecekti. İki sevgilinin hiç kavuşmayan aşklarını anlatan bu film bittiğinde yönetmen kısmında ismini gördüğüm Refik amcaya “kendi yönettiğin filmi izlemek nasıl birşey?” diye sorunca kısa bir yanıt alacaktım, “ sence bu filmi izlemek nasıl birşey?”. Çok sonradan, tesadüfen elime geçmiş bir gazete küpüründe öğrenecektim ki 1983 yapımı Melekler aslında yönetmenin en sevdiği filmi idi, “niye Melekler koydunuz filmin ismini” dediğimde, belki de gazeteci çocuğun bilerek atladığı bir soru, “melekler iyi sever çünkü, muhtemelen sen birisini o kadar sevmemişsindir, sevsen sormazdın” demişti, garip bir şekilde haklıydı da.

Bizim konuşmalarımız, koca bir köşkün birkaç odası gibi farketmeden birbirine uzak olmaktan mı bilinmez, hep kısa cümleler ve ucu açık sorular ile neticelenecekti. Bir de Refik amcanın etrafta bulduğu kağıtlara yazdığı notlar vardı, “akşam geç kalabilirim, mekar etme”, “dolapta birşeye ihtiyacın vasra yaz, bugün bakkala gideceğim” gibi, içlerinde birkaç harfin bilerek mi yoksa düzeltilememiş bir alışkanlıkla mı yer değiştirdiğini soramadığım notlar.

Oniki odası olan köşkümüzün diğer misafirini ise uzunca bir müddet bekledik. İşten erken çıktığım bir akşamüstü, eylülün bize bağışladığı sakin bir günde bahçedeki masada otururken gelen yeni adayımızı Refik amca yine aynı mutsuz ifadeyle karşılarken kısaca teşekkür edip geri yollayacaktı. O vakit beni neden kabul ettiğini soramasam bile adayımızın neden geri gönderildiğini anlamaya çalıştığımda aldığım yanıt “gözüm tutmadı” olacaktı. “Godet’i bekler gibi olduk” diyecekti Refik amca ardından, “ boşver, böyle iyiyiz” . benden habersiz gelip giden onca kimseyi reddetiğini sonradan farkedecektim.



Benim odamın karşında duran kocaman sarkaçlı saat, Yemen’den getirildiğini öğrendiğim desenli giriş kapısı, el ile işlendiği belli olan abajur altındaki okuma koltuğu yıllar sonra bile hatıralarımda duracak yerlerini alırken, Refik amcanın kendi hayatının şahidi sayılabilecek şeyleri bir yabancıyla paylaştığı için ne hissetiğini düşünürdüm. Aklımda ne vakit, nasıl, ne şartlarda buraya geldiklerine dair hikayeler yazdığım bu eşyalar bambaşka bir gerçekliğin içinde bu köşkte dururken, birden yabancının birinin dünyasına girivermişlerdi. Bir gün köşesine arapça harflerden oymalar yapılmış kitaplığa bakarken beni bulan Refik amca birkaç cümle söyleyiverecekti: “ ben hiç sevmem onu ama Zeliha pek beğenmişti, Kadıköy’de bir dükkandan aldık, sene kaç hatırlamadım şimdi”

Her akşam, iki duble rakısını pikapına koyduğu eski şarkılarla içen, sigarasından da geri durmayan Refik amca’ya “neden daha sonra evlenmedin, yalnızlıktan iyidir” diye sorduğumda hafifçe gülümsedi, gözleri karşı duvarda asılı olan resme takıldı, “ evlat” dedi, “konuşmak anlatmak istiyorsan illa ki nefes alması gerekmez, biz her gece dertleşiriz Zeliha ile, hem ben nasıl onun üzerine birini sevebilirim ki, sevmeyince bu evde işi ne?”. Zeliha Hanım özenilmeden çekilmiş ama sanki yaşıyormuş gibi duran resminde naif bir gülümsemeyle bize bakarken sahip olduğum şeylerin hesabını kendime teker teker verecektim.

İki oğlu bir kızı vardı Refik amcanın, oğullar birlik olup babalarına artık etrafta benzerlerini çok az görebildiğimiz eski İstanbul’a ait bu köşkü satmasını uzunca bir müddet söyledikten sonra biraz tehditvari şekilde ziyareti kesmişlerdi. Küçük kardeş Oya ise babalarının bu kararına belki de çocukluktan kalma bir alışkanlıkla saygı gösterecek, abilerine bırakın orada yaşasın işte demesine rağmen dinletemeyecekti. Yaşlı adamın tüm olan bitene vereceği tepki, benim gibi bir yabancıyla kızının ismini paylaşırken oğullarından öylesine bahsetmek olacaktı, lakin Refik amca o kısa cümlelerinde hiçbir zaman kötü kelimeler kullanmayacaktı oğullarına karşı, hayırsız bile demeyecekti. Bende hep o köşkün oğlanlarına karşı belli belirsiz bir kızgınlık, yaşlı adama ise çok da hakedilmeden biçilmiş bir yalnızlığı getirdiğini düşündüğüm bu durum köşkün açılmaması gereken bir odasında kilitli kalacaktı.

Bu kocaman köşkte ölümün bir hayalet gibi kol gezdiğini hissederdim. Eskiden her odasından bir ses çıkan, bahçesinden gürültü eksik olmayan bu ev şimdi ağaçlar arasında zar zor görünürken sessizliğin ve şehre uzaklığın, aslında herşeye uzaklığın pek de anlaşılmayan bir simgesi oluvermişti. Yaşlı adam bu sonu çekeceği en iyi sahneyi beklerken huzur içinde öylece duruyor, gündüz matinelerinde hala sinemaya gidiyor, arada sırada kendisine gelen davetleri sağlık sorunlarını bahane ederek reddedip buradan uzaklaşmak istemiyordu. Refik amcanın korkmadığını biliyordum, Zeliha’sına yeniden kavuşmak için beklediği bu vakti bana söylemese bile öyle düşünmek çoğu zaman hoşuma gidiyordu.

Köşkten taşındıktan sonra Refik amcanın yanına çokça uğradım. Bahçedeki asmanın altında oturup yine kısa cümlelerle konuştuk, hala misafirsiz kalan bu yerde zaman geçmiyormuş gibi öylece duruyordu. Bir sabah sesini daha önce duymadığım Oya’nın telefonu ile uyandım. “ babam öldü” dedi, “ gelmek isterseniz cenazesi öğleden sonra kalkacak”

Camiye gitmek yerine o öğleden sonra o bahçedeki asma ağacının altında melekler’le buluştum, sigaramı söndürdüm, köşke bir daha gelemeyeceğimi bilerek son defa baktım, yaşlı adamın ağır adımlarıyla eskimiş merdivenlerden dışarı çıktım.

“melekler iyi sever” demişti, haklıydı.

1 Comments:

At 2:18 AM, Blogger terazi lastik said...

güzel hikaye...

 

Post a Comment

<< Home