20071030

melekler

Refik amca, bahçede asma ağacının altında otururken eskimiş merdivenlerden aşağıya indiğimde yüzünde çok da mutlu olmayan bir ifadeyle yerinden kalktı, sigarasını söndürdü, ilk karşılaşmamız için ilk sözlerini hazırladı. Bir altmışı geçmeyen boyu, hatırladığım resimlerine benzemeyen hatları ile karşımda dururken, karşısında duran genç adama içinde bulunduğumuz durumdan alakasız sorular soracak gibiydi; mutlu musun, en son ne zaman pişman oldun birşey için.. “ hoşgeldin” dedi, “umarım kolay bulmuşsundur burayı”.

Anadolu yakasında yedi sekiz aylığına kalacak bir yere ihtiyacım olduğunu duyunca teyzemin aklına Refik’in köşküne misafir edebileceği birilerini aradığı gelmişti, pansiyoner değil, kiralık oda değil, misafir edecekti Refik amca, ne olursa olsun kibarlığından ve unutulmaya yüz tutmuş istanbul beyefendiliğinden ödün vermeden böyle nitelendirecekti bu işi. Teyzemin Refik’i, bir zamanların ünlü yönetmeni Refik Yılmaz idi. Eski bir aile dostumuzdan duymuştu misafir ihtiyacını teyzem, “tek başına kalıyor o koca köşkte, biliyorsun” demişti kadın. Aslında teyzem ile Refik’in birkaç defa da konuşmuşlukları da vardı, Refik amca bir yılbaşı buluşmasında teyzem ile belli belirsiz tanıştırılmalarını unutmayıp “güzel gülümserdi senin teyzen” diyecekti bana çok sonra, “bir filmde gel oyna demiştim, aldırmamıştı”.

Bu az konuşan, başlarda huysuz olmasından korktuğum ihtiyarın hayatımın orta yerine girmesi uzun zaman almayacaktı. O koca köşkün bana cüzzi bir rakam karşısında tahsis edilen iki odasından birine kitaplarım ve eşyalarımı yerleştirecek, diğerine ise bozulmaya yüz tutmuş pikapımla yatağımı koyacaktım, giysilerim ise iki oda arasında gelgit yaşayacaktı. Kapıların sağa değil sola doğru açılmasına, her sabah masada bulacağım bir bardak süte şaşıracak ama içmeden yapamayacak, ilk geldiğim günkü gibi Refik amcayı her akşamüstü o masada otururken görmeye kolayca alışacaktım.

Birkaç ay sonra geç geldiğim bir akşam Refik amcayı hala nasıl çalıştığını anlayamadığım eski videosunda film izlerken buldum. “otursana” diyecekti. İki sevgilinin hiç kavuşmayan aşklarını anlatan bu film bittiğinde yönetmen kısmında ismini gördüğüm Refik amcaya “kendi yönettiğin filmi izlemek nasıl birşey?” diye sorunca kısa bir yanıt alacaktım, “ sence bu filmi izlemek nasıl birşey?”. Çok sonradan, tesadüfen elime geçmiş bir gazete küpüründe öğrenecektim ki 1983 yapımı Melekler aslında yönetmenin en sevdiği filmi idi, “niye Melekler koydunuz filmin ismini” dediğimde, belki de gazeteci çocuğun bilerek atladığı bir soru, “melekler iyi sever çünkü, muhtemelen sen birisini o kadar sevmemişsindir, sevsen sormazdın” demişti, garip bir şekilde haklıydı da.

Bizim konuşmalarımız, koca bir köşkün birkaç odası gibi farketmeden birbirine uzak olmaktan mı bilinmez, hep kısa cümleler ve ucu açık sorular ile neticelenecekti. Bir de Refik amcanın etrafta bulduğu kağıtlara yazdığı notlar vardı, “akşam geç kalabilirim, mekar etme”, “dolapta birşeye ihtiyacın vasra yaz, bugün bakkala gideceğim” gibi, içlerinde birkaç harfin bilerek mi yoksa düzeltilememiş bir alışkanlıkla mı yer değiştirdiğini soramadığım notlar.

Oniki odası olan köşkümüzün diğer misafirini ise uzunca bir müddet bekledik. İşten erken çıktığım bir akşamüstü, eylülün bize bağışladığı sakin bir günde bahçedeki masada otururken gelen yeni adayımızı Refik amca yine aynı mutsuz ifadeyle karşılarken kısaca teşekkür edip geri yollayacaktı. O vakit beni neden kabul ettiğini soramasam bile adayımızın neden geri gönderildiğini anlamaya çalıştığımda aldığım yanıt “gözüm tutmadı” olacaktı. “Godet’i bekler gibi olduk” diyecekti Refik amca ardından, “ boşver, böyle iyiyiz” . benden habersiz gelip giden onca kimseyi reddetiğini sonradan farkedecektim.



Benim odamın karşında duran kocaman sarkaçlı saat, Yemen’den getirildiğini öğrendiğim desenli giriş kapısı, el ile işlendiği belli olan abajur altındaki okuma koltuğu yıllar sonra bile hatıralarımda duracak yerlerini alırken, Refik amcanın kendi hayatının şahidi sayılabilecek şeyleri bir yabancıyla paylaştığı için ne hissetiğini düşünürdüm. Aklımda ne vakit, nasıl, ne şartlarda buraya geldiklerine dair hikayeler yazdığım bu eşyalar bambaşka bir gerçekliğin içinde bu köşkte dururken, birden yabancının birinin dünyasına girivermişlerdi. Bir gün köşesine arapça harflerden oymalar yapılmış kitaplığa bakarken beni bulan Refik amca birkaç cümle söyleyiverecekti: “ ben hiç sevmem onu ama Zeliha pek beğenmişti, Kadıköy’de bir dükkandan aldık, sene kaç hatırlamadım şimdi”

Her akşam, iki duble rakısını pikapına koyduğu eski şarkılarla içen, sigarasından da geri durmayan Refik amca’ya “neden daha sonra evlenmedin, yalnızlıktan iyidir” diye sorduğumda hafifçe gülümsedi, gözleri karşı duvarda asılı olan resme takıldı, “ evlat” dedi, “konuşmak anlatmak istiyorsan illa ki nefes alması gerekmez, biz her gece dertleşiriz Zeliha ile, hem ben nasıl onun üzerine birini sevebilirim ki, sevmeyince bu evde işi ne?”. Zeliha Hanım özenilmeden çekilmiş ama sanki yaşıyormuş gibi duran resminde naif bir gülümsemeyle bize bakarken sahip olduğum şeylerin hesabını kendime teker teker verecektim.

İki oğlu bir kızı vardı Refik amcanın, oğullar birlik olup babalarına artık etrafta benzerlerini çok az görebildiğimiz eski İstanbul’a ait bu köşkü satmasını uzunca bir müddet söyledikten sonra biraz tehditvari şekilde ziyareti kesmişlerdi. Küçük kardeş Oya ise babalarının bu kararına belki de çocukluktan kalma bir alışkanlıkla saygı gösterecek, abilerine bırakın orada yaşasın işte demesine rağmen dinletemeyecekti. Yaşlı adamın tüm olan bitene vereceği tepki, benim gibi bir yabancıyla kızının ismini paylaşırken oğullarından öylesine bahsetmek olacaktı, lakin Refik amca o kısa cümlelerinde hiçbir zaman kötü kelimeler kullanmayacaktı oğullarına karşı, hayırsız bile demeyecekti. Bende hep o köşkün oğlanlarına karşı belli belirsiz bir kızgınlık, yaşlı adama ise çok da hakedilmeden biçilmiş bir yalnızlığı getirdiğini düşündüğüm bu durum köşkün açılmaması gereken bir odasında kilitli kalacaktı.

Bu kocaman köşkte ölümün bir hayalet gibi kol gezdiğini hissederdim. Eskiden her odasından bir ses çıkan, bahçesinden gürültü eksik olmayan bu ev şimdi ağaçlar arasında zar zor görünürken sessizliğin ve şehre uzaklığın, aslında herşeye uzaklığın pek de anlaşılmayan bir simgesi oluvermişti. Yaşlı adam bu sonu çekeceği en iyi sahneyi beklerken huzur içinde öylece duruyor, gündüz matinelerinde hala sinemaya gidiyor, arada sırada kendisine gelen davetleri sağlık sorunlarını bahane ederek reddedip buradan uzaklaşmak istemiyordu. Refik amcanın korkmadığını biliyordum, Zeliha’sına yeniden kavuşmak için beklediği bu vakti bana söylemese bile öyle düşünmek çoğu zaman hoşuma gidiyordu.

Köşkten taşındıktan sonra Refik amcanın yanına çokça uğradım. Bahçedeki asmanın altında oturup yine kısa cümlelerle konuştuk, hala misafirsiz kalan bu yerde zaman geçmiyormuş gibi öylece duruyordu. Bir sabah sesini daha önce duymadığım Oya’nın telefonu ile uyandım. “ babam öldü” dedi, “ gelmek isterseniz cenazesi öğleden sonra kalkacak”

Camiye gitmek yerine o öğleden sonra o bahçedeki asma ağacının altında melekler’le buluştum, sigaramı söndürdüm, köşke bir daha gelemeyeceğimi bilerek son defa baktım, yaşlı adamın ağır adımlarıyla eskimiş merdivenlerden dışarı çıktım.

“melekler iyi sever” demişti, haklıydı.

20061120

kar

Dengede durmaya çalışan insanlara bakıyordu, bir de okuldan apar topar dönmeye çalışan çocuklar, çantaları omuzlarında ağır bir yük halini almış, aslında durumdan oldukça hoşnut ve hiç beklemedikleri bir oyuncağı bir anda ellerinde buluvermişler. Chievo’ya üç senedir yağmayan kar dört saat boyunca durmayarak onca vaktin intikamını almaya çalışıyor gibiydi, ocak, 1995, hava hafif sisli ve beyaz.

Markete uğradı, bitmiş sigarasının boş paketini köşede gözüne ilişen çöp kutusuna atarken çırakla göz göze geldi, birkaç saniyeliğine, öylesine. Güzel kız diye düşündü çırak, aslında daha fazla bakmak isterdi, öylesine, birşey beklediğinden ya da umduğundan değil, sadece güzel birşeye bakabilmek için, bakamadı. Kasada duran yaşlı kadının uzanamadığı paketi alabilmek için yardım etti, güzel bayana sigarasını uzattı, ayrıldılar.

Kar inatla yağıyordu, pencereden bakan kimseler evlerinin sıcağında sakin bir öğleden sonrası çaylarını yudumlarken dışarıda kalan yakınlarının da aralarına katılmalarsını bekliyordu, kapı çalınacak, bir müddet hava bültenlerinde yağan karın malum kaderinin ne olacağına dair haberlerden bahsedilecek ve hayat kaldığı yerden devam edecekti, sanki kar hiç durmayacak zannedecekti herkes, o ev ve o evin sakinleri. yaşlı kadınlar örgüleriyle başbaşa kalmalı, akıllarına birkaç güzel hatıra gelmeli ama arada gözlüklerinin üzerinden perdeyi açmadan karın hala yağıp yağmadığını kontrol ediyor olmalıydı ayrıca, okuldan dönebilmiş çocuklar ise dışarı çıkıp oynayabilmek için annelerinden izin istemeliydiler ve baba bu tablonun içine en son giren olmalıydı, biraz yorgun, işleri aksadığı yahut trafikte takılı kaldığı için hafif sinirli, yine de gülümseyerek.

Biraz sonra geleceği yokuşlu sokakta birkaç arabanın mücadelesini izleyeceğini bilerek adımlarını sıklaştırdı. İlkokula giderken keşfettiği basit bir yöntemle kaymadan yürüyebiliyordu, kaldırımın kenarında birikmiş, o zamanlar pofuduk ismini verdiği karlara basarak. Ortaokul ikinci sınıfın kışında çok sevdiği yeni ayakkabılarının kar suyundan zarar görebileceğini düşünerek kimselere söylemediği keşfinden bu seferlik vazgeçtiğinde maalesef ciddi bir şekilde düşmüş, peşinden gelen yaşlı amca yerden kaldırana kadar ağlayarak oturmak zorunda kalmıştı. Chievo’ya o yıllarda daha sık kar yağardı ve herkes ayakta kalmak için bir yol bulmak zorundaydı, küçük aklıyla böyle bir şey düşünmüştü.

Tahmin ettiği gibi kırmızı bir araba yokuşta yan çizerek durabilmişti, arabanın sahibi genç çocuğu kaygılı gözlerle bir çıkış yolu bulmaya çalışırken ve biraz da üşümüş şekilde gördü. Birkaç kişi yardım etmeye geldi, hep birlikte konuşmaya başladılar, duyuluyordu, gaza fazla basmamalıydı, zincir takılsa rahatça çıkardı bu araba, direksiyonu tam kırmalıydı ki biraz toparlayabilsin. Siyah paltosunun birşeye takılmayacağından emin olduktan sonra direğe yaslanıp izlemeye başladı. Durum giderek vahim bir hal almaktaydı, kalabalığa iki kişi daha eklenmiş ve ufak çaplı toplanan kriz masası o vahim duruma müdahale etmeye çalışıyordu, artık kırmızı arabanın sokağın yukarı kısmına ulaşıp siyah paltolu kızın yanına gelmesi genç adamın kontrolünden çıkmış ve toplum için çözülmeden bırakılmayacak bir sorun haline gelmişti. Birkaç deneme, olmadı, beceremediler, yürümeye devam etti.

Şimdi birisiyle tanışabilirdi, böyle sessiz sedasız yürürken yanına gelebilecek herhangi bir yabancı nazikçe merhaba diyecek ve böyle bir tanışma için görülebilen en kolay konu kardan bahsetmeye başlayacak, konuşma bir yerde tıkanınca geri kalan hayatında ne yaptığını soracaktı. Tabii o da nezaketen aynı soruların değiştirilmiş cümlelerini adamın kendisini reddedilmiş hissetmemesi için iletecekti, böylece yürüyeceklerdi. Karşıdan gelen, ellerini cebine sokmuş ve kendisi gibi siyah paltolu adamın bunun için uygun olacağını düşündü, belki de filmlerdeki gibi (ya da çocukluğu) düşmüş taklidi yapmalıydı, bu birşeyleri başlatmak için iyi bir fırsat olabilirdi, böylelikle adam kahramanca bir tutumla yaklaşabilecek, yardım edebileceği birşey olup olmadığını sorarak elini uzatacaktı, iyi bir senaryoydu bu. Siyah paltolu adam, siyah paltolu kızın yanından geçip gitti.

Churcalie caddesi her zamanki neşeli ve kalabalık halinin aksine sakindi, şehrin üzerinde egemenliğini ilan eden beyaz hiç bir yere torpil geçmemişti anlaşılan. Fırının önünde gazete satan amca hala yerindeydi, Chievo’dan son haberler, bu soğuk günde okumanız için. Bir tane cevizli ekmek, bir tane de gazete aldı. Dik yokuşu kolaylaştırmak için yapılmış dik merdivenlerden çıkmaya başladı.

Birden bir ses duydu, ilerideki adam balkona doğru dönmüş bağırarak birşeyler anlatıyor, balkondaki adam da ellerini iki yana doğru açmış cevap veriyordu. Kocaman yaşlı başlı adamlar olmasa birazdan kar topu oynamaya başlayacakları gerilimli bir anda olduklarını düşünürdük, al sana, al sana diye uçuşan beyaz şeyler. Biraz daha yaklaşınca konuyu anlayabildi, balkondaki adam balkonundaki karlarını kürek gibi birşeyle aşağıya doğru atarken balkonun altından geçmekte olan adam beklenmedik hain bir saldırıya uğramıştı. Balkondaki adamın dikkat etmesi gerekirdi diye düşündü balkonun altından geçen adam ama balkondaki adam iyi bir noktaya parmak basmıştı, zaten kar yağıyordu, bunda büyütülecek ne vardı ki.. aslında ikisi de hatta onları izleyen farketmedikleri kız bile içten içe gülüyordu, bu saçma konuşma ve onca hareret on saniye sonra hadi canım sende denilerek bitip gidecekti, sıradan beyaz bir günde sıkılmış iki yaşlı adamın inatlaşmasıydı, hepsi bu, saçma ama saçma olduğu için güzel.

Karşıdaki kaldırımdan ortaokul arkadaşının geçtiğini gördü ki aynı görme işlemini onun da yapmaması için başını öne doğru eğdi. Uzun zamandır birbirine rastlamayan bu insanların karşılaşmalarında önce sahtekar ve heyecanlı bir hatır sorma faslı olacaktı, gündelik hayata dair sorular takip edecek, neler yapıyorsun bakalımla finale yaklaşılacak, muhakkak görüşelim ile de kapanış yapılacaktı, gerek yok. Konuşmayı çocukluğundan beri fazlaca seven bu arkadaş fazlaca sevmeyen bir diğerinin bütün kimyasını bozacaktı, daha cevabını almadan bir soru daha soracak, sonra bir soru daha, böyle bir günde isteyebileceği en son şey. Tabii bu çok konuşan kızın, çok konuşmayan kızın masumca hoşlandığı çocuğu çaldığı lise bir yazını da notlarımıza eklemek lazım. Hatıra defterlerine nefretle anlatılmış, kızgın satırlar, bazı şeyleri neden inatla unutmak istemeyiz ki ?

Yaşadığı apartman çok uzaktan da olsa gözükmeye başlamıştı, zar zor gitmeye çalışan otobüslere binmeyi düşündü, üşümemişti bile, yürümek yapabileceği en iyi şeydi, devam etti.

Yanından geçtiği cafenin camında bir ilan gördü, yalnızca öğle saatlerinde çalışabilecek bayan eleman arıyorlardı. Bir arkadaşın böyle çok yormayacak birşeyler aradığı aklına geldi, çantasından küçük defterini çıkartıp telefon numarasını yazdı. Cafenin sloganı hoşuna gitti, iyi insanlar için iyi kahve.. içeriye girdi, öğle saatlerinde çalışan bayan elemanlardan birine doğru yöneldi, iyi bir insan gibi hissedip kahve istedi, eleman gülümseyerek sadece iki dakika içerisinde hazır olacağını söyledi. Etrafa bakındı, basit bir cümlenin etkisiyle oturan herkesin çok mutlu ve harika kimseler olduğunu düşündü, kahveyi aldı, soğuk beyaz dünyaya geri döndü.

Saat 3 olmasına rağmen hava kararmaya başlamıştı, sokak lambalarının nasıl yandığını düşündü, bu işten sorumlu olan birisi farkedip evet yakalım mı diyordu yoksa çok üstün bir teknoloji böyle şeyleri anlayabilir miydi, anlayamadı. Birkaç delikanlının kartoplarıyla lambayı vurmaya çalıştığını gördü, on atıştan ikisi başarılı, tabii başarı kriteri lambayı patlatmaksa bunlar da sayılmaz. Denizi olan kentlerin dışarıdan gelenler için kolayca hissedilen laubali hali gibi kara alışmamış bir şehrin beyaz bir eğlence bulmasına benziyordu, kaybedileceği az buçuk bilinen ama kimsenin kendisine çaktırmadığı.

Apartmanın önünde biriken karları temizleyen kapıcıyı gördü, adam nazikçe dikkat edin yerler kaygan diye uyardı. Çantasından anahtarı çıkartırken sigarasını düşürdü, yerden aldı.

Hava iyice kararmaya başlamıştı, marketin çırağı evine gitmek için paltosunu tezgahın arkasında asılı olduğu yerden aldı. Sigara almaya gelen kızı düşündü, birkaç saniye, ama öylesine, sırf güzel birşeyi düşünebilmek için.

Kapıyı açtı, içeri girdi, çoktan az azdan biraz çok, farketti ki üşümüştü.








,

20061025

divan

Elif, üç sene önce ikinci el bir dükkandan aldığı, televizyonun tam karşısında duran eski püskü divanda oturuyordu, annesinin kullanılmış bir kanepe alınır mı itirazlarına “kanepe değil divan” demişti, “artık böyle şeyleri yapmıyorlar”, haklıydı. Oymalı kolları, kabarık geniş yastıkları, koyu kahverengi kadife döşemesi ile divanın başka bir zamanın içinden geldiğini anlamak zor değildi ve kimse inanmasa da hiçbir yere gitmeden üç senedir öylece, aynı yerinde duruyordu.

Tam o divanın üzerinde siyah beyaz bir resim asılıydı. Kadıköyün arka sokaklarından birinde bu resmi gördüğünde sanki hayat durmuş gibi karşısında bakakalmıştı Elif. İçeri girdiğinde dükkan sahibi yaşlı adam yüzüne ters birşey mi var diye dikkatlice bakıp ne istemiştiniz diye sorduğunda eliyle işaret etmişti, konuşmadan. Büyük bir parka beyaz tahta geniş bir pencereden bakan küt saçlı bir kadın, belli ki ilkbahar ve kadının yüzünü görmesek de biraz olsun mutlu, en azından bu resme bakan herkesin öyle düşünmek isteyeceği kadar mutlu, Hakan öyle demişti mesela: “sanki gülümsüyor gibi”, haklıydı.

Merdivenlerde ayak sesleri duyulan ve birazdan kapıyı açıp içeri girecek olan ise Metin’di. Hızlı adımlarla yürürdü çoğu zaman, cebinde anahtarı bulmaya çalışırken birşeyleri yere düşürür ve kısa bir küfür ederdi, neyseki bu akşam değil.

Birisinin hayatına girmek aslında o birisinden hayatının bir kısmını almaktır, ilişki dediğiniz şey bir zaman sonra alışkanlıklar ve başka bir hayatı o kadar yakından bilmek üzerine kurulur, kaybedecekleriniz daha fazlası olmadığı zamanda korkutan şey de bu olur, uzatmaların oynandığını bilirsiniz ama bu güzel maçı bırakıp da gitmek, şimdi hakeme alıştık, oyuncular arkadaşlarımız, tribünler sevmeye başladı bizi, devam edelim demek daha kolay gelir. Elif yine aynı yerinde, o eski divanda, o güzel resmin altında otururken, o merdivenlerden gelen seslerin hiçbirinin metin’e ait olmayacağı bir zamanı düşündü, kapı yavaşça açıldı: “ben geldim”

Ufak bir öpücük, tüm suçları ufak öpücüklere yükleyebiliriz, kocaman ve tutkulu bir öpüşme aslında ne kadar masumsa bildiğimiz tüm dedektifler olayların başlangıcı sayılabilecek bu minik ayrıntının peşinden gideceklerdir, bütün ağır mevzular dikkat çekmeyecek basit şeylerin arkasına gizlenmez mi zaten? Elif çay yapmak için mutfağa doğru ilerlerken Metin bir an o hoşgeldin hediyesi öpücüğün nasıl olması gerektiğini düşündü, daha mı uzun, daha mı kısa, daha mı sıcak, neyse, önemi yok, yoksa var mı, yok yok, kendisine böyle dedi.

- film izleyecek miyiz ?
- İzleyelim mi?
- İzleyelim, ne var evde ?
- Ne istersin?
- Woody allen mesela ?
- İzledik ama onları
- Eeee ?
- İzlemeyelim madem boşver hayatım.
- Peki.
- Senin birşeyin mi var Elif ?

Elif divandaki yerini yeniden alırken ve Metin karşıdaki masada bulduğu resimlere bakarken bir miktar sessizlik. Sessizliğin en kötü yanı birinin onu bozacak olması hatta bozması gerektiğini bilmesi idi, o sessizliğin peşinden gelecek ilk cümlenin kelimeleri şimdi ikisinden biri tarafından özenle seçilecek, gidebileceği manalar tüm sözlüklerden özenle kontrol edilecek, çok farkettirmeye çalışılmadan doğru zamanda ses olacaktı, sessizlik.

Aslında garip olan Metin’in yirmi dakikadır sınırlarında bulunduğu bu evde, hiçbirşey bilmeyen bir yabancının bile kolaylıkla farkedeceği kadar açıkta duran, resim ile divan arasında bir yerde belki, gerginlikti. En son ayrıldıklarında, ki bu tamamen sabah işe gitmeden önce aceleyle gerçekleşiyordu, oldukça mutluydular, akşam için yemek planlarını uykusuzuz, gelip film izleriz diye iptal ettiklerinde Metin oniki, Elif ise yirmi üç dakika geç kalmıştı ofiste olmaları gereken yere ve bu sefer hadi görüşürüz hayatım cümlesinin ucunda kısa ama ne istediğini bilen bir öpücük durmuştu.

Metin sigarasından derin bir nefes aldı:

- uyuyacağım ben, siz hanımefendi?
- Metin konuşmamız lazım
- Uyurken konuşsak
- Ciddiyim. Otursana şöyle..

Elif tüm o sessizlik içerisinde bir sonraki sahnenin dekorlarını kafasında yerleştirmiş, açılış cümlesini ölçüp biçmişti, şimdi o gerginliğe yakışacak, kırık ve iki birbirini seven insanın pek haz etmeyeceği kısma gelmişlerdi; lakin tüm mesele artık o iki insandan en azından birinin sevmek denilen fiili başka bir hikayeye götürmesinin olduğunu da anlıyorlardı. Bundan sonra söylenebilecek herşeyi bal gibi ikisi de hatta Elif’den çok Metin biliyordu, insan böyle şeyleri garip bir önsezi ile farkeder, kaçmaya çalışır (bknz: Metin ve uyku), bir taraftan da hikayenin sonunu öğrenebilmek için tarif edilemez bir heyecan duyar. (bknz: Metin ve uykusuzluk)

- olmuyor Metin, biliyorsun, artık eskisi gibi değil

Metin’in sigarası kültablasına doğru giderken yüzüne yarım yamalak bir gülümseme geldi, marketten çikolata çalmış arkadaşlarına uzaktan bakan, biraz şaşkın ama biraz da meraklı, bir o kadar da gereksiz bir gülümseme. Geçer şimdi.

- haklısın ve senden sebepler söylemeni beklemiyorum
- evet, bu uzun uzun yapılabilecek bir konuşma değil zaten.
- Senden sebepler söylemeni beklemiyorum ama en azından bir sebep söyleyebilirsin.
- Söyleyebilirim.

Elif’in eli sigaraya doğru giderken yüzüne mahçup bir ifade geldi, marketten çikolata çalmış bir çocuğun babasına yakalandığı an. Kimse böyle olsun istemiyordu aslında ama oluvermişti işte.

Oluvermişti doğru bir kelime, Elif Hakan ile ilk tanıştıklarında ki bu üç ay öncesine tekabul eder, içinden hayır diye geçirmişti, hayır, bu olmamalı. İş çıkışı içilmiş kahvelerde ve adım adım birbirlerine yaklaşırken anlamak istemediği şekilde Metin’den zamanlar çalıyordu, Metin yani sevdiği adam, yani köşebaşında gördüğünde kalbinin biraz daha hızlı çarpmasını sağlayan kimse, masasındaki çiçeklerin vazgeçilmez sahibi, usulca ellerinden kayıyordu.

Birkaç saat önce Hakan sana uğrayabilir miyim demişti Elif’e, uğrayabilir tabii ki, bunda ne var? Elif istemeyerek de olsa evet demişti, isteyerek. Öylesine şeylerden bahsettiler, iki sıradan arkadaş nelerden bahsederse onlardan işte. Ben artık gitmeyelim vakti Hakan için geldiğinde ve ikisi de bu anı kutsamak adına ayağa kalktıklarında, o eski divanın ve üzerinde duran o resmin hemen önünde, bir saniye, birkaç saniye sessizlik ve nereden geldiği belli olmayan oysa nerede kaldın seni bekliyorduk denilebilecek ufak bir öpücük, iki kişinin de karşı koyamadığı ve uygunsuz olduğunu bildikleri ufacık bir öpücük, başka bir söz ya da kelime edilmeden ayrılacaklardı ki Hakan “ bu kadın ne zaman baksam mutlu gibi geliyor” dedi, Elif resme bakarak başını salladı, öyleydi.

Metin söylenmesi gereken sebebi aslında duymak istemediğini farketti, ne işine yarayacaktı, diyelim ki herşey yoluna girse bile sevdiği kadının yüzüne her baktığında kendisine bile çaktırmadan aklına gelecek ağır cümleleri nereye koyabilecekti ki, bitmek fiili ya da basit bir olmuyor iki kişinin arasında derin yenilgiler bırakarak geçmişti artık. Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı. Yerinden kalktı:

- neyse boşver, ben toplanayım, dedim ya uykum var.
- Bu kadar kolay yani ?
- Bunu kendine sorman daha doğru değil mi ?
- O kadar kolay değil merak etme.
- Merak etmiyorum, çok uykum var.

İçeriden gelen dolap seslerine rağmen, o divanın ve o resmin tüm hain büyüsünü bozmamaya çalışarak belki, belki de bir hayatın kendisinden yavaşça toparlanıp gittiğini görmeye dayanamayacağı için Elif yerinden kımıldamadı, ağlamak istemedi, birşey söylemek istemedi, öylece durdu. Birkaç dakika sonra kısa bir güle güle duyduğunda cevap veremedi ve kapının kapandığını anladığında hiçbirşey yapmadı.

Bitmişti.

20060129

maria de monza

one
“Kütüphanelerden fazla bir şey beklemek haksızlık olur. Susup susup yazarları çoktan ölmüş kitaplara bakmalısınız. Okurmuş gibi yapmalısınız ya da en azından yaşlı bir amcaya fotokopilerini çektirmelisiniz. Ölmüş yazarların lanetlerinden ancak böyle korunabilirsiniz çünkü. Sanırım benim canımı en fazla acıtan da Maria De Monza oldu. Biliyorum ki o kadın o uzun romanı uyumadan önceleri okumam için yazdı. Aslında bana o kadar kızmaya hakkı yok, eğer tüm bu olanlar kitabı içindeki faili meçhul bir yazının peşinden gittim, kahramanlarını en heyecanlı sayfalarda yalnız bıraktım diyeyse üzgünüm, gerçekten üzgünüm. Beni anlayacaktır.

Siyah uzun saçları vardı. ölebilirdim. O gün masanın başında sadece saçlarına bakarken ölebilirdim. (Lakin hayat böyle ağır yenilgilerin tadını çıkartır) Bir sürü tokası vardı, bense fazla bir şey istemedim. Saçlarına dokunup birkaçını çıkarsam bana yetecekti. Derken elindeki sigara paketiyle yerinden kalkıp merdivenlere doğru yürümeye başladı. Şimdi ondan bahsetmemi, yüzünü anlatmamı, güzelliğini duymak istiyor olmalısınız oysa ben o vakte kadar hiçbir şey çalmamıştım. Kazayla unutulmuş bit tokayı etrafa iyice bakarak (marketten sakız çalan çocuklara benzer / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 19) cebime attım. Geri döndüğünde bir müddet aradı hatta çantasına bile baktı ama nafile.

Çocukken çok neşeli bir arkadaşım vardı. Şimdi ismini hatırlamıyorum, hatırlasam bile sizin işinize yaramayacak. Çocukların yalanlar üstüne garip ittifakları olur. Oyunlar oynarsın, misketler el değiştirir, bisiklete binersin ama biz fazlasını yapmıştık. Lucio (sonra durup birden ismini hatırlarsın... / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 71) konuşmamaya başladı ama sadece annelerine karşı. Bizim yanımıza gelip o gün doktora gittiklerini, adamın kendisine tek bir cümle söyletmek için bir saat uğraştığını anlatırdı. Eve döndüğünde yeniden susmaya devam ederdi. Bunu neden yapardı, niye hiç birimiz gidip annelerimize söylememiştik bilmiyorum. Zavallı annesi en sonunda öğrenmişti, kim bilir kadıncağız ne kadar üzülmüştür fakat o sadece bir oyundu, dedim ya çocuktuk.

Venediklilerin meşhur bir sözü şöyle der: “ suyu izleyemezsin, su seni istediği yere götürür.”. Karşı masada oturuyordu. Matematikle alakalı bir şeyler çalışıyor olmalıydı ki o kadar karalama kağıdı gerçekten bir işe yarasın. Kurşun kalem kullanıyordu, çantasının rengi sarıydı, çayı kahveye tercih ettiğini de söyleyebilirim. (Hayat size kaçmak için son bir şans verir, lakin siz bazen maceralı yolu denemek istersiniz, siyah beyaz bir sinema filminde kahraman olmadığınızı anladığınız da ise artık çok geçtir. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 113) elinde bir kağıtla yerinden kalktı, yine sigara içmeye gideceğini düşündüm, gitmedi. Rafların arasında gezinmeye başladı. ona bakıyordum, birkaç kitap karıştırdı. Sonra bir tanesini çekip içine kağıdı koydu.

Maria de Monza o kağıtta yazılanları okusaydı, edebiyata merak salmış genç bir bayan görecekti. Öylesine yazılmış satırlardı. Bayanın mutlu mesut nefes almalarından karalama kağıtlarına düşmüş küçük bir pay. Kimin bulacağı matematiksel olasılıklara kalmış ve hiç farketmeden bir sonrakini bekleyeceğiniz beyazları azalmış bir sayfa. Tüm kelimelerin teker teker yalan olabileceği aklınızın ucuna gelmiş ama öyle bir gitsin istemişsiniz ki bildiğiniz en güzel doğrular hiçbir şey yapamamış.

Sonra bir ertesi gün, sonra bir tanesi daha. Gelmedi. (eğer bir şeyi fazla beklemeye başlarsanız, uçurtmaları hatırlayın, oysa ne desem anlamayacaksınız. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 179) aynı masadaydım, elinde kocaman kitaplarla köşeden görünmesi için sonu aniden kesilen şarkılar dinleyebilirdim, sigaraları bitmeden söndürebilirdim, yağmuru bile sevebilirdim. Gelmedi.

Sonra siyah bir zamanda öleceğini sandım.

Oysa artık çalınmış tokayla tutturulmuş bir sürü kağıdım var.”

two
“ matematik sihirlidir, bense üç dört beş üçgenlerinde acı çeken pisagordan fazlası değilim ve hayatım ne üç olacak kadar çocuksu ne de beşe varacak kadar güzel. sadece iki tane iki ne yaparsa yapsın dört olduğundan yaşıyorum, hepsi bu.

Aslında o kadar kötü değil, biliyorum ki Maria de Monza bu satırları okusaydı hakkımda ümitsiz düşüncelere kapılırdı sonra da kahramanları bana yaşama sevinci aşılayacak sözleri paragraf sonlarında sarf ederdi. ( .. ama kahramanlara güvenemezsin, kaybedecek bir şeyi olmayan kimseye güvenemezsin. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 180)

Kütüphanenin karanlığa yakın havasında küçük bir oyun bulduğumda masumdum. Aynı kitabın sessiz sayfalarına öylesine satırlar yazdığımda da. Bir gün merakla alınmış bir kitabın içinde öylesine biri başka bir hayata ait cümleler, gizli saklı ayrıntılar bulacaktı, birkaç defa okuyup anlam vermeye çalışacaktı, eline bir şey geçmeyeceğini anladığında kaldığı sayfadan Maria de Monza onu kandırmaya devam edecekti, en fazla kaldığı sayfayı unutmamak için kullandığı bir kağıdı yazmış olacaktım, fazlası değil.

Çok bulutlu yani maviliği saklayacak kadar bulutlu zamanlarda yapabildiğim en güzel şey susmak. Kimseyle noktalama işaretlerine gerek duymadan susmak. Bazen anlatacaklarımın manası olmadığını biliyorum, türev ve integralın zaferleriyle dolu karalama kağıtlarında herhalde yapabileceğimin en iyisi şehrin nüfus sayımlarında artı bir olup sessiz kitapların arasında durmak.

Karşı masada oturan genç adamın yazdığım kara sayfaların ateşli takipçisi olduğunu farkettiğimde yanlış tahmin etmiyorsam dört kağıt olmuştu. Muhtemelen kitabın arasına koyarken beni izlemiş, ne yaptığımı anlamak için sayfaları karıştırmış ve mutlu sona ulaşmıştır. Maria de Monza’yı evine götürmeyip sadece kağıtları almakla yetinseydi, kitabın geçici sahipleri sırasına ismini iki kere art arda yazdırmasaydı hayranımı daha yakından tanıyamayacaktım. (bir cinayetin en önemli ipucu kültablasındaki sigaralardır, lakin kimse kibriti suçlayamaz. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 195) uzun boyluydu, yüzünde sakin bir ifade vardı, sanki bir yerlerden tanıyordum ama merhabamız gizli kalmalıydı.

Masumdum, yalnızca yanıma gelip suçunu itiraf etmesini istiyordum. Kaçak bakışların bir adım ötesine geçip, küçük oyunun kağıtlardan sonra gelen sonunu bulacaktı. Madem okumayı çok seviyordu, dizinin ilerleyen kısımlarında intihara doğru sürüklenen genç bir kızın kimse duymasın diye kitaplara saklanmış son satırlarını da okuyacaktı. Maalesef intiharı hiç düşünmedim, o ise az zamanım kaldığını her saate baktığında hatırladı. Ben istemesem bana gelmeyeceğinin kütüphanenin tüm memurları ile farkındaydık. “




three
öyle sakin bir pazartesi öğlesiydi ki uzaktan mayıs zannederdiniz. Kız sigara içmek için kütüphanenin kapısından çıktığında peşinden genç adamın geldiğini camın ayna taklidi yapmasından anladı.

- tokanı ben çaldım yani kaybetmedin.
- Biliyorum.
(aitlikler er geç yerini bulacaktır, kaybetmeyi hiç bu kadar istemeseniz bile. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 237)
- Yazılarını toplayan bendim.
- Biliyorum.
(verilmiş her cevapta soru işaretleri yerini noktaya bırakırken paragraflar susar, uzun cümlelere saklanan sessizlikler mevsim değiştirir, yanıtı merak edenler için en güzeli ama en güzeli yanmış sigaralara inanmak olmalı. / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 259)
- ölmeyeceksin değil mi?
(bazen susmak, kayıp mayıs aylarında sakince sorulmuş soruları yanınıza alıp susmak istersiniz..)

genç adam kızın yüzüne kısa bir an baktı. (Hepsi bu.. . / Maria de Monza.beyaz sessizlik.sayfa 283)

sessiz

Onu kasabadaki herkes tanırdı. Köşeleri tutmuş tüm marketler, akşamüstleri evlerinin kapılarında dedikodu yapan kadınlar, işten dönen amcalar, serseriliği bulmaya çalışan gençler, herkes.

Yardımsever değildi, şimdiye kadar kimse bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçirdiğini görmemiştir mesela, babasının da öyle çok parası yoktu, deli bir kanı olduğunu da sanmıyorum kas mücadelelerinde. Fazla konuşmazdı, neşeliydi ama neşesini sadece hep gülümser duran yüzünden biliyorduk. Çok yakışıklı değildi belki çirkin bile sayılabilir, peşinde dönüp dolanan kızlar da yoktu.

- bu o mu?

Şehre yeni gelmiş her kimse onunla bir gün caddenin ortasında böyle tanışacaktı. Korkuyormuyduk, yanımıza gelip bir şey mi istediniz diye sorsa kaçacak mıydık, bilmiyorum. Çocuklar onu görünce sebebini kendileri bile anlamasa da böyle yapıyordu ama biz kocaman insanlardık, tanrının unutulup gitsin diye bilerek not düştüğü bir şeyi, biraz abartıp fazla kere tükenmez kalemini kullansa da, uzatmanın manası yoktu.

- merhaba ismim Lucio

Garip bir sessizliğin zincirleme isim tamlamalarında alacağı en güzel ek bu konuşmanın içindeydi. Susmakla mamak arasında bir yerde takılı kalıp tercihinizi ikinci şıktan yana kullanmaya karar vermeliydiniz.

- merhaba ben de Marta
- kasabaya yeni geldiniz herhalde, sizi ilk defa görüyorum. Fio sizden bahsetmişti.
- Evet, bir hafta oldu.
- Görüşmek üzere.

Yeni bir yere taşınmak her zaman güzeldir. Sokaklara alışmaya çalışırsınız, evinize en kısa yolu belirleyene kadar hep farklı yollardan gidersiniz. Ben yanılmam diye düşündüğünüz bütün önyargılar teker teker yan yola sapar, ılırsınız. Çekmecelerin yerlerini şaşırırsınız, gecenin bir vakti hangi kapının gıcırdayacağını bilemezsiniz. Size Lucio’dan bahsederler, yedi kere intihara teşebbüs ettiğinden, altısının hastanede sona erdiğinden. Şaşırmanızı beklerler, Lucio gibi hafifçe gülümsersiniz, olur biter.

Günler Montalcino’nun içinden ilk baharı bekleyerek geçiyordu. Roma’yı en fazla bu yüzden özlüyordum. Sanki hep bahar gibiydi, araya kışların girmediğini söyleyemem ama bilirdik ki bir gün yine yeşiller giyineceğiz. Hikayeyi ben anlattığıma ve size Lucio’dan bu kadar bahsettiğime göre bir son bekliyorsunuz, edebiyat öğretmenim gibi. Zavallı Miss Mezina kırk puanlık kompozisyon sorularının hepsinde, son paragrafı işaretleyip sonuç olmamış deyip beş puanı cebine atardı oysa ben hiçbir zaman güzel sonlar yazamadım. Neyse ki sizden tam puan almaya niyetliyim.

İşten eve geri dönerken Lucio’ya otobüs durağında rastladım. Bazen rastlantıların olasılık problemleri olmamasını istersiniz, kendime söylemesem bile onun orada sadece beni görmek için beklediğini düşündüm, ne zaman geleceğimi bilmeden ya da sadece bir merhabanın fazlasını alacağından şüpheli.

- tekrar merhaba.
- Merhaba Lucio

Yerel gazetelerde birinci sayfadan verilmiş ve bir dahaki seferi sessizce beklenen ölüme bu kadar yakın bir adamın yanında benim ne işim olabilir ki? Belki iş olarak şu an pek kalabalık olmayan bir kafede çay içiyorumdur, belki nedenlerini merak etmeden sadece anlatmak istediklerini dinliyorumdur. Aslında neden, polisin kapıyı kırarak içeri girdiğini hatırladığım gece olabilir, son olsun diye yazılmış mektubu aileme verdiklerinde gittiğim psikoloğun şehir değişikliği tavsiyesi de. Roma’yı hala özlediğimi ise Lucio’ya anlattım.

Lucio’yu herkes tanır, küçük bir kasabada aynı herkes aynı her şeyi hemen duyacaktır. Mesela bana Lucio ile ne yaptığımı sorduklarında Lucio’nun söylememi istediği yanıtı, yeni bir intihar planı yaptığımızı söylüyorum. Sadece bu sebepten beni çok seven canım komşularım artık gördüklerinde soğuk bir iyi günler ile yetiniyorlar. Eğer bu kasaba beni bir kere daha yanıltmazsa yerel gazetenin en büyük haber dizisi Lucio’ya neler oluyor’u benimle yapılmış bir röportajla devam ettirmesini bekliyorum.

Size Lucio’nun intihar sebeplerinden bahsetmeyeceğim. Basit ipuçları verebilirim ama o iplerle kendi söküklerinize dahi çare bulamazsınız. Çünkü siz hiç ölümü düşünmediniz, resminizin bir kenarına yitip gitmiş bir hatıra olmayı hiç kondurmadınız. Güzel de bir bahane bulduğunuzu biliyorum, ancak zayıf insanlar hayat karşısında geri çekilip tek başlarına ölmek isterler. Unutmayın ne kadar uzun olursa olsun her cümlenin sonunda bir nokta var.

Başlarda garip bir aşkın içine düştüğümü zannettim. Her gün otobüs durağında beni beklediğini biliyordum, saatlerce konuşuyorduk, saatlerce konuşurken bazen onu dinlemediğimi sadece yüzüne baktığımı biliyordum. Sabahları eksikliği ile uyandığımı anladığım zaman, ki çalar saatlere kızgınlığım sadece bu yüzdendir, vazgeçtim. Sakın vaz ile geçmenin yan yana, birkaç cümle öncesinin güzide kelimesi aşkta olmayacağını söylemeyin, siz daha basit ipuçlarını bile anlayamıyorsunuz.

Lucio onu sevemeyeceğimi biliyordu, hiçbir zaman da beklemedi zaten. Sessizliğe bu kadar çok alışmış bir adam, onca konuşmuşsa bu ancak biraz daha nefes almak için umudunu kaybettiğinde olur. Ona umut verecek kadar temiz bir sicilim yoktu, karamsar konuşmalarda siyah kelimelerin birbirimiz için altını çiziyorduk ve tekildik, çoğul eklerine ihtiyacımız vardı ama cümlelerimiz kısa.

Gitmek bir zaman sonra sessizliğin en çok sevdiği cümle oldu. Tren garındaki kocaman saatte Montalcino’ya veda ediyordum. Lucio’ya güle güle dedim. Kendisine çok iyi bakmasını tembihlerken gülümsedik, aynaları bunun için yapmışlar. Sonra düdük sesi duyuldu, son uyarıları dikkate almalısınız. Roma tam baharken geri dönüyordum oysa o şehirde hep bahar olduğunu düşünmeyi sevdiğimi fark ettim, baharın mayıslı halini değil. Ağlamadım.

Sonuç kısmında hala ısrarcı olanlar hayatta hiçbir zaman başarılı olamayacaklar.

- merhaba gazeteyi getirdim.
- teşekkür ederim, masanın üzerine bırakabilirsin.
- bir şey sorabilir miyim?
- tabii ki..
- bu yerel gazetede bir şey mi var, tüm Roma’da bir tek siz abonesiniz.


Lucio sessiz kalmamı isteyecekti.

harika

Harika bir baharın en orta yerinde duruyorlardı, farketmeden. Aynı baharın insanı sıkmayan ama her an yaz olacakmış gibi duran öğle vakitlerinde ve tüm caponların “day dreaming” diye tabir ettikleri gündüz hayal kurmalarının öylesine yalanlarında ilk kez birbirlerini gördüler. Oysa ilk görüşte aşk, gazetelerin altıncı sayfalarındaki kadın yazarlar için sevgili okurlarının gönül maceralarına cevap yazmakta zorlandıkları ender konulardan biridir. Lakin İsviçreli bilim adamları aynı gazetelerin son sayfalarında “aranılan hormon bulundu” diye sevinçli başlıklar altında bunu anlatırlar, neyse ki bu bizim konumuz değil.

Çocukluğunda mathilda’yı uyandırmak o kadar zordu ki kendisinden dört yaş büyük abisi büyükbabaları geldiğinde kahvaltıya yetişebilmesi için ancak suyu kullanarak bunu başarabilirdi. Mathilda bir müddet etrafına şaşkın gözlerle bakınır, hala uykuda olup olmadığını iyice kontrol ettikten sonra ancak yataktan çıkardı. Yataktan çıkıp hızla ilerlediği hayat pek de güzel değildi o zamanlar, on altını yeni bitirdiğin dakikalarda herşey daha bir zor gözükür zaten.

Louis ise ailesinin göz bebeği, komşularının örnek göstereceği kadar ağırbaşlı, derslerinin hepsi pek pek iyi biricik bir gençti, yıllardan 1972 (bugün hangi yıl diye sormayın.) arkadaşlarının bir kısmı sürekli bir şeyler düşündüğünü, bir kısmı ise gerçek bir geri zekalı olduğundan böyle sessiz sakin durduğunu zannederdi. Zannetmek Louis’in yeniliklere pek de açık olmayan sözlüğünde önemsiz bir kelimeydi, zannedersem kendisi böyle şeyleri pek takmazdı.

O gün ikisi için ne kadar neşeli idi yoksa duvara bir çentik daha atmak için geceyi bekleyen sıradan bir yirmi altı saat diliminden mi ibaretti, hatırlamıyorum. Ek bir not vermek gerekirse, ilk paragraftakine benzeyen garip bir sıcak vardı, ikisi de işten erken çıkmışlardı, ikisinin de yüzünde nedensiz bir asıklık asılı kalmıştı. Bir kaldırımın karşı karşıya gelen iki yabancısıydılar, birbirlerinin yanından bunu bilerek geçtiler, yalnızca birkaç saniye için gözleri birbirine değdi, hepsi bu. Louis hayal gördüğünü sandı, Mathilda arkasına bakınca yolunda yürüyen ciddi bir adamı gördü. Merak etmeyin, bu hikayede inanılmaz bir tanışma sahnesinin kahramanlarına maalesef rastlamayacağız.

Mathilda eve gelince anahtarlarını girişteki gardırobun böyle günübirlik ödünçler için özenle hazırlanmış kısmına bıraktı. Kahve yapmak için mutfağın yolunu tuttu: bulaşıklar; caponlar kendi kendine duş almayı becerebilen eşyalar yapmalılar. Televizyondaki birkaç kanalda gezindi, çok sevdiği eski bir filmin en iyi konuşmalarına ait on dokuz dakikalık kısmını izledi, uyuyakaldı.

Louis ise hemen eve dönmek yerine uzun zamandır görmediği lise arkadaşının yanına uğradı, lise arkadaşı Louis için hep iyi şeyler düşünmüştü diğerlerinin aksine. Yemek yediler, Louis yorgun olduğunu söyleyerek iki değişik sokaktan ulaşabildiği evinin kapısını bu seferlik balkonuna manolya ekmiş, camdan hiç ayrılmayan teyzenin olduğu seçenekten giderek buldu. Kıyafetlerini dağınık gardırobun içine atarak birkaç dakikalığına yatağa uzandı, uyuyakaldı.

Freud, rüyaların bilinçaltımıza uzanan derin köprüler olduğunu söyler. Aynı Freud aslında hepimizin anne ve babalarımızın hastası olduğunu da belirtir ama pek ihtimal vermeyiz. Çoğumuz uyandığımızda rüyalarımızı hatırlamayız, maceradan maceraya koşmuş olsak da, hiç gitmediğimiz uzak bir ülkenin haritalarını karıştırmışsak bile sonuç değişmez. Çoğumuz Louis ve Mathilda değiliz ve Freud psikanaliz kitaplarını ölü olduğu için okuyamıyor.

Louis Mathilda’yı yeniden gördüğünde ilk karşılaşmalarının üzerinden yaklaşık 3 saat on dört dakika geçmişti. Denize bakan ve caponların sahil dediği bir kıyı şeridinde bütün gününü harcayan bir bankta oturuyordu. Mathilda usulca yanına oturdu.

- tanışıyor muyuz?
- Bilmem, hatırlayamadım.

Oysa Mathilda’ya bugünlerde mutlu mu yoksa mutsuz mu olduğunu sorsa birkaç saniye düşünerek garip bir belirsizlik içerisinde ikisi de değil diye cevap verecekti. Belirsizliğin belirli nedenleri vardır aslında ve insanoğulları belirleyerek canlarını sıkmak istemezler. Mateo yüzünden olabilirdi, yalnızlıktan sıkılan Mathilda kendisi ile uzunca bir müddettir ilgilenen Mateo’nun ısrarcı tutumuna dayanamamış ve şimdiki gençlerin çıkmak diye tabir ettikleri basit bir ilişkinin güzel bir paragrafına konu olmuştu. Gençler haklıydı, çıkıyorlardı, sinemaya, tiyatroya, konserlere gidiyor, çıkmadıkları zamanlarda evde birlikte film izliyorlardı. Lakin aşk birlikte izlenen filmlerde bize mucizevi şekillerde sunulan bir şeydi ve ikisinin arasında ikisi de bilse de böyle kahramansal bir ilişki yoktu. Gençlerin bilmediği şey, aşkın çıkmak yerine içimizde bir yerlerde öylece oturan mantıksız bir şey olması.

- ne yapalım, denize girelim mi?

Louis denize atladı, Mathilda onu takip etti. Etraftaki kimseler birden yok oldular, rüyaların en güzel yanı da buydu, istiyordunuz ve sihirli cadılar misali istedikleriniz hemen oluveriyordu. Yüzmeye başladılar, Mathilda kendisinin balık olduğunu düşündü, Louis ona yetişmek için hızlandı. Yüzmekten vazgeçtiklerinde kendilerini uzak bir adada buldular.

İnsanlar rüyalarında pek konuşmazlar, konuştukları vakitse ya kısa cümleler kurarlar ya da bir şey isterler. Mathilda hayatının pek kimsenin girmesine izin vermediği mahallelerini uzun kelimelerle anlatmaya başladığında Louis aslında pek çok şeyi bir yerlerden bildiğini fark etti. Mathilda okuduğu kitaplardaki kadınlara benziyordu, benzemeliydi zaten, madem bir rüyanın ortasındaydılar ve Louis kaldırımdaki bayanı uykusunun içinde yeniden hatırlamıştı, o halde ona muhteşem özellikler vermekte serbestti, öyle olup olmamak artık Mathilda’nın sorunuydu. Aşk hangi iklimde olursa olsun iyi söylenmiş bir yalana inanmaktan başka bir şey değildir.

Louis ısrarla çalan kapıyı açmak için uyandığında, Mathilda üşüdüğünü fark ederek ne kadar süredir uyuduğunu anlamak için saati aramaya başladı. Gelen Isabel idi, okulda görmesi gereken bir hoca vardı, anahtarını unutmuş olmasa zil bu kadar gürültü yapmayacaktı. Isabel etrafa boş gözlerle bakan sevgilisine küçücük öptü:

- bakıyorum uyumuşuz.

Mathilda telefondaki arkadaşının basit sorusuna cevap verdi.

- evet, uyuyakalmışım, ondan böyle geliyor sesim.

Uyandığımızda rüyalarımızı hatırlayabilmek için yaklaşık 4 dakikamız vardır, o 5 dakika sonrasında gördüğünüzü düşündüğünüz şeylerin bir kısmı aslında gözlerinizin kapalı olduğu kısımdan ziyade uyku sersemliğinizin uydurması haline gelir. 6. dakikada nefes alışverişleriniz normale döner, sekiz dakika içinde eğer normal şartlarda iseniz hayat devam eder, yalnızca kaç saat uyuduğunuzu hesaplayabilirsiniz. Bu bilgiler yalnızca aynı rüyayı, yeri, kişiyi ikinci kere gördüğünüz zaman geçerliliğini yitirir.

Mathilda Mateo’ya rüyasından bahsetmenin doğru olmayacağını düşündüğü sırada, Louis kendisine bir şeyler anlatan sevgilisini dinliyorken aklından Mathilda geçiyordu.

- beni dinlemiyor musun Mathilda?

Louis yakalandığını anlayarak durumu kurtarmaya çalıştı:

- dinliyorum ama aklıma işle alakalı bir şey takıldı.

Mathilda yalnızca yolunda yürüyen sıradan bir adamı neden rüyasında gördüğünü bilmiyordu. Yolunda yürümeyen hayatına kendisine söylemeden bir kurtarıcı ararken gerekli süpermenin işi aynı caddeye mi düşmüştü, matematiğin büyülü olasılıkları birbirleri için ancak bu kadarına mı izin vermişti, soru işareti. Louis, Mathilda’nın anlattıklarını iyice hatırlamaya çalıştı, ne demişti, “bazen herşeyden o kadar çok sıkılıyorum ki”. Ki bu cümle bazen aklına geldiğinde; tam bir toplantıya girerken, uyumadan biraz önce, ayakkabılarını bağlarken Louis noktalı bir virgül olmak isteyecekti.

- uyumayacak mısın Mathilda?

Louis elindeki kitabın son yirmi sayfasına bakarak:

- şunu bitireyim öyle yatacağım.

Aztekliler dünyadaki herkesin bir çift olarak yaratıldığına inanırlarmış, yeryüzünde karşılaşmasalar bile öldüklerinde birbirlerini bulacaklarına, ancak o zaman kişinin bir şeyleri gerçekten bilebileceğini düşünürlermiş. İsviçreli bilim adamları ise yaptıkları deneylerde azteklilerin yalancı olduklarına kanaat getirmişler, ölmüş gitmiş zaten aztekliler, bir daha da kimse haber alamamış.

- olmuyor Mateo, denedim ama olmuyor.

Isabel gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine bırakırken:

- biliyorum, senin cümlelerinde geçen ben değilim.